8 Ocak 2013 Salı

BÜYÜKŞEHİR KONUSUNDA AĞZI OLAN KONUŞUYOR.



Şemsettin GÜNAY

                            BÜYÜKŞEHİR KONUSUNDA AĞZI OLAN KONUŞUYOR.
                                                                                  ŞEMSETTİN GÜNAY


            Gazeteci olmayıp sadece köşe yazan biri olunca insan ister istemez bazı etkinlikler ve bazı bilgilerden mahrum oluyor.
            İhtiyacın olan bilgileri de bizzat gidip müşahede ederek değil de gazetelerin kısıtlı imkanlarla sayfalarına taşıdıkları haberlerden almak zorunda kalıyorsunuz.
            İçişleri Bakanlığı ve Türkiye Belediyeler Birliği tarafından Büyük Şehir yasası da denilen 6360 sayılı yasa ile ilgili yapılan bilgilendirme toplantısı Ottaman Otelde yapılarak konuyla ilgili çok önemli açıklamalar yapılmış.
            Ben de bunu herzamanki gibi yerel basının kısıtlı haberlerinden öğrenmiş oldum.
            Bilindiği gibi Büyükşehir  yasası bilen, bilmeyen herkes tarafından çok konuşulan fakat az bilinen bir yasa.
            Yeni olarak ne getirdiği, ne götürdüğü konusunda herkes körlerin fil tanımını yaptığı gibi bir köşesinden tutup yargılıyor, konuşuyor.
            Kimi vergilerin artacağından dem vuruyor, kimi ilçe belediyelerinin hiç bir yetkisi kalmadığını söylüyor, kimi yeni ilçe sınırlarındaki adaletsizlikten bahsederek sanki yeni bir ülke oluşturulduğu imajı vermeye çalışıyor.
            Gerçekte olan ne ve yeni yasa neler getiriyor?
            Öncelikle büyükşehirlerin genel bütçeden aldıkları pay % 2,5’a çıkartılarak bütçeden alınan pay arttırılıyor. Bu da daha fazla para, daha fazla hizmet demek oluyor.
            Bu payın % 10’u bağlı oldukları idareye...
            % 30’u büyükşehir belediyesine...
            % 60’ı ise ilçe belediyelerine tahsis ediliyor.
            Yani İlçe belediyeleri öyle parasız, pulsuz bırakılmıyor. Hem yapacakları hizmetlerin büyük bölümünü Büyükşehir belediyeleri yüklenirken, hem de bütçeden yüklü bir pay almaları sağlanıyor.
            Hatay Büyükşehir belediye meclisi 70 kişiden oluşuyor ve tüm Hatay’ın ilçelerinden seçilerek geliyorlar. Dolayısıyla etkili bir denetleme mekanizması da kurulmuş oluyor.
            Büyükşehir Belediyesi oluşur, oluşmaz İl Özel İdaresi, Belde belediyeleri ve köylerin tüzel kişilikleri sona eriyor.
            Ancak tüzel kişiliği kaldırılan köylerden belediyeye ait vergi, harç ve katılım payı 5 yil süre ile alınmıyor. Köyler bunlardan muaf tutuluyor.
            Su parası ise en düşük  tarifenin % 25’ini geçemeyecek. Köyler suyu şehirlerin kullandıkları bedelin dörtte biri fiyatıyla kullanacaklar.
            Köy iken mahalleye dönüşen bu yerlere de katılım bütçesinin % 10’u ayrılarak tabiri caizse köylere pozitif ayrımcılık yapılıyor. Daha hızlı yatırımlarla şehir ve eski beldelere uyumu amaçlanıyor.
            Aslında Başkan Lütfi Savaş yaptığı konuşmada yeni durumu çok güzel özetliyor.
 Savaş : “Hatay’a geçtiğimiz yıl devlet yatırımı olarak 409 milyon TL para gelmiş. Büyükşehirle birlikte bu rakam 638 milyona yükseliyor. Aradaki fark 229 milyon TL. Bu ne demek. Daha fazla hizmet, daha fazla yatırım, daha fazla üretim demek. Aynı zamanda sorunlarımızı kendi içimizde çözmek, İller Bankasından ve merkezi hükümetten yardım almamak demek” diyor.
            Bence Büyükşehir konusunda her söyleneni değil, bilenlerin konuşmalarını dinleyelim. 07.01.2013

Halep halkı kendilerini devrime taşıyacak birilerine muhtaç


Halep halkı kendilerini devrime taşıyacak birilerine muhtaç
Ghaith Abdul-Ahad

YDH- Guardian gazetesinden Ghaith Abdul-Ahad Halep’te silahlı grupların kontrolündeki bir mahallede tanık olduklarını yazdı.


YDH- Guardian gazetesinden Ghaith Abdul-Ahad Halep’te silahlı grupların kontrolündeki bir mahallede tanık olduklarını yazdı.
Ebu Eli Sulaibi Halep’de silaha sarılan ilk insanlardan biri. Şu an ise eşi, dört çocuğu ve kedisi Sincap’la birlikte yaşamış olduğu iki bloktaki yerleri kontrol ediyor.
Adam; kararmış, sığınak haline getirilmiş binaların ötesinde duruyor ve ulaştığı yerleri tellerle çeviriyor. “Bu” dedi “Ebu Ali Sulaibi’nin devleti.”
Şehir merkezi darmadağın olmuş olan Halep’te tabi ki bir devlet inşa edilemez ve bir adam adını koyarak oranın kendisine ait olduğunu iddia edemezdi. Ama Suriye’deki iç savaş hiç bir gelişme göstermedi ve Halep farklı militanların yan yana durduğu “özgür” yerlere dönüştü. Ebu Ali ve onun gibi askerler küçük-derebeylikler misali oraların kralı oldu. Sayfu’d- Devle’deki iki blokta yer alan isyancıların cephesi de bunlardan birisi.
Müsait bir caddede yürürken Ebu Ali buralarda yaşadığını hatırladı, çocukken oynadığı, okula gittiği, aşık olduğu yerleri gösterdi. Şimdiyse hanımı Um Ali, üç kızı, bir oğlu ve Sincap isimli kedisiyle bölgenin kalbi denilebilecek küçük bir apartmanda yaşıyor.
Ebu Ali’nin sınırlarının 50 metre ilerisinde, Sayfu’d- Devle caddesinin karşısında, benzer bir yapılanma hükümet güçleri tarafından işgal edilmiş durumda. Çatışmalar dinmişken yeni bir saldırının başlaması için yeterince yakınlar.
Ailelerin yaşamış olduğu binaların yarısı roket saldırıları sonucunda yıkılmış, mobilya ve avizeler sokaklara dağılmış durumda. Geri kalan sağlam binalar ise, Ebu Ali’nin komuta merkezi ve bazı savaşçılarının uyudukları mekânlar olarak kullanılıyor. O, savaşçılar tarafından çepeçevre sarılmış olan küçük bir oturma odasının ortasında duruyor ve yerdeki ince bir battaniyenin altında dinleniyor.
“Buranın annemin oturma odası olduğuna inanamıyorum” diyor. Sonra ise oradaki askerlere: “Kalkın, hayvanlar!” diye bağırıyor.
Hiç kimsenin uyanmadığını görünce de o, tabancasını kemerinden çıkarıyor ve tavana ateş ederek kalın bir sıva parçasını yere düşürüyor. Askerler minderlerinden fırlıyor ve hemen silahlarına sarılıyor. “Bu Ebu Ali’nin uyandırma ikazı” dedi.
Dışarıda ise Ebu Ali, taş yığınları arasında kırık bir plastik sandalye üzerinde oturuyor. Savaşçıları, mahmur gözlerle etrafında oturup Türk kahvesi yapıyor ve sigara içiyor. Yiyecek yok. Askerler günde bir öğün yiyerek duruyor ve birçoğu evvelsi günden hiçbir şey yememiş.
Ebu Ali’nin komuta merkezine ulaşmak amacıyla keskin nişancıların kurşunlarından kaçmayı başaran siviller şimdi geldi, her sabah yaptıkları gibi şeften istediklerini belirtiyorlar. Bazıları yiyeceklerini ya da mobilyalarını kurtarmaya çalışıyor, diğerleri ise sokaktaki eşyaları almak ya da boş dairelere oturmaya izin istemek için geliyor.
Bu sabah, altı sivil süklüm püklüm bir şekilde onun önünde duruyor: ellili yaşlarda olan bir erkek ve onun genç oğlu; kendisine çok büyük gelen bir mont giymiş uzun boylu bir erkek; gözlüklerinin kenarı olmayan genç bir mühendis ve siyah bir başörtüsü takan kız kardeşiyle birlikte kel bir adam. Siviller saygıdan ya da henüz anlayamadıkları sinirinden ötürü onun uzağında duruyor.
“Ne istiyorsun?”
“Bazı eşyalarımızı toplamak istiyoruz Ebu Ali,” dedi yaşlı adam.
“Bugün değil. Cumartesi gelin.”
“Ama sen bize Çarşamba günü gelin dedin.”
“Fikrimi değiştirdim. Şunu bilmelisiniz ki burası Ebu Ali Sulaibi’nin devleti.” Bu ünlü repliğini siviller ve askerleri üzerinde etkili olmak için sürekli söylüyordu.
O, korkan sivillere “Hepiniz muhbirsiniz” dedi. “Hükümetin tarafına geçtiğinizi ve onlara bizimle alakalı bilgi sızdırdığınızı biliyorum.”
“Hayır,” dedi kel adam. “Kalbimiz sizinle.”
“Bunu söylediğinde, muhbir olduğunu anlıyorum.” Askerlerinden birine dönerek yarı şaka yapar bir şekilde: “Dışarıda gösteri yaparken bizi takip edenlerden biri o değil miydi?” Kel adamın yüzü soldu.
Ebu Ali 2 saat boyunca bekletmeye devam etti. Sonrasında da, haklı bir diktatör gibi, fikrini değiştirerek askerlerinden ikisini yanına çağırdı ve onlara sivillerin gitmek istediği yere götürmeleri talimatını verdi.
Zorlu Muhit
Ebu Ali’nin muhiti bir keskin nişancı yuvasıydı. Ön saflara gidebilmek için yapabileceğiniz tek şey keskin nişancıların görüşünden kaçabilmek için perdelerin arkasına saklanarak koşmaktı.
Evlerine geri dönen siviller evlerinin keskin nişancılar için bir barınak haline geldiğini ve evlerindeki değerli her şeyin alındığını onaylıyordu.
Bir adam çocuğunun odasında durdu. Oda kirli, camları kırılmış ve çocuğun oyuncakları yatağın üzerine dağınıktı. Adam çekmecelerdeki kağıtları ayıklamaya ve raflardaki kitapları tekrar yerleştirmeye başladı.
Duvarlar kararmış, su boruları kırılmış, zemini su basmıştı. Tuhaf bir gayretle adam ve onun genç oğlu bulabildikleri her şeyi plastik torbalara ve bavullara yerleştirmeye başladılar.
“ Kardeşin için giyecek bir şeyler al “ dedi baba.
“Hiç para kalmış mı geride?” diye sordu oğlu.
“Hayır, her şeyimiz çoktan çalınmış.”
İki muhalif merdivenlerde beklerken sokağı izliyorlardı ve insanları hızlı hareket etmeleri yönünde telkin ediyorlardı. Biri ‘’Biliyorum onlar bizden nefret ediyorlar ve bu yıkım için bizi suçluyorlar. Belki doğru söylüyorlar; ama Halep halkı devrimin başında destek verseydi böyle olmazdı.
Çocuk mutfakta yarım tabak mercimek çorbası, bir kap pirinç buldu. Eline bir kavanoz reçel aldı, açtı ve kokladı. Açar açmaz buruşan yüzü ile birlikte kavanozu yerine geri koydu.
Makineli silah seslerinin duyulması ile birlikte her biri yanında plastik torbalar taşıyan siviller, merdiven boşluğuna hızla koşmaya başladı. Baba diğerlerinden daha fazla çanta ve bir televizyon taşıyordu. Çatışma hattından geri dönmek için acele ederken, Ebu Ali hafif sersemlemişti ve ayakta durabilmek için bir duvara yaslandı. Gerçekten terlemişti. Grup burada mola verdi.
“Bütün hayatım işte burada’’ dedi adamlarına dönerek. “30 yıl boyunca bir apartman almak için çalıştım. Yeni bir tane almak için bir 30 yıl daha burada olacak mıyım acaba?”
Komuta merkezine döndüklerinde Ebu Ali hala bitkin bir haldeydi. “Adamlarımı bu yüzden mi öldürecektiniz?” çantaları işaret ederek. “ Hepiniz uzaklaşın benim bölgemden, sürdürmem gereken bir savaş var burada!”
Mühendis sessizce ‘’Biz sadece yağmalanmış bir şey var mı diye kontrol etmek istedik.’’ dedi.
“ Her bir ev çoktan yağmalandı ve ordu (Esad’ın ordusu) hiç bu bölgede bulunmadı. Evleri biz yağmaladık” diye bağırdı Ebu Ali.
Chez Ebu Ali
Daha sonra sınırların gerisinde olan Ebu Ali’nin evine yürüdük. Soğukta merdivenlerin kenarında yer alan büyük bir yığının önünde hareketsizce durdu. Uzakta patlayan bombaların karanlık şehri nasıl aydınlattığını izliyordu. Daha sonra dairesine doğru çıkmaya başladı ve bağırdı “ Kızlar”.
Çocukların gülüşleri ve çığlıkları tüm apartmanı sardı. Kızlar babalarını görmek için koşarak gelmişlerdi ve Ebu Ali en küçüğünü omzuna almıştı. Diğer kızlar o sırada babalarını yatak odalarına doğru çekmeye çalışıyorlardı.
 “Baba kedi için bir ev yaptık” diye heyecanla bağırdılar. Kedi ya bombaların çıkardığı sürekli sesten ya da kızların ona günlük olarak yaptırdığı bombadan dolayı korkudan titriyordu.
Ebu Ali yerde otururken 3 kızı onun boynuna dolanmış ve ona sarılmışlardı. Anne elinde bir tepsi yemekle geldi odaya.  Yuvarlak ve narin yüzü pembe bir eşarp ile sarılmıştı. Aşağı sokakta yaşanan silahlı çatışma seslerini saymazsak aslında tipik bir aile portresiydi.  Büyüklerin sohbetleri kızlardan gelen ani istek üzerine kesilmişti. Evin oğlu ise televizyon izliyordu.
 “Çocuklar en tehlikeli bölgede yaşıyorlar; fakat ben güvende hissediyorum. O benim güvende hissetmemi sağlıyor” dedi eşini ima ederek.
 “ Baba bana bir sandviç yapsana” dedi kızlardan biri.
 “ Kendin yapamıyor musun kızım? Annenle konuşmaya çalışıyorum
 “Baba radyona konuşabilir miyim?”
Ebu Ali’nin abisi 80’lerde Müslüman Kardeşlere katılmış ve Beşşar Esad’ın babası Hafız’ın muhalifleri safında aktif rol oynamış.  Rejime karşı olan kavgalarında kardeşlerden biri öldürülmüş bir diğeri ise 15 yılını hapiste geçirmiş.
Ebu Ali yardımcı mühendis olarak farklı bir yol çizmiş kendisine. Devletten bir iş bulmuş kendisine. Hayat güzeldi “ iyi bir gelirim vardı, kendime ait bir arabam, bir evim vardı” dedi. “ Çocuklarım eskiden en iyi okullara giderdi harika bir aile hayatımız vardı.”
 “Beşşar Esad başa geçtiğinde ailemle, babamla ve kardeşimle ayrı düşünüyorduk. Esad iyi biri olacak ve her şey değişecek dedim”
Fakat sadece çok küçük şeyler değişti ve 2011 devrimi geldi. Ebu Ali Halep’te silah alan ilk isimlerden biriydi. Birkaç arkadaşı ile birlikte hükümet güçlerini hedef almak için küçük bir birlik oluşturdular.
 “Bu silahı görüyor musun?” dedi belinden çıkardığı silahı yere koyarken. “ Halep’te ilk kurşun bu silahtan ateşlendi.”
Küçük kız parlak silahı aldı ve kaçtı. “Şiddet olmadan bir devrim olmayacağını biliyordum, birilerinin Halep halkını bu devrimin içine çekmesi gerekiyordu.”
 “O silahlı muhaliflerin ilkiydi ve ben onu bu konuda cesaretlendirdim” dedi Ebu Ali’nin makine mühendisi olan eşi. “Onun ailesi ve anne babası beni suçladılar ve hala suçluyorlar. Sahip olduğu çocukları yüzünden ilk başlarda oldukça kuşkuluydu; fakat ben onu cesaretlendirdim.”
 “Eskiden bana söylemeden dışarı çıkardı; ama ben bunun devrimle alakalı olduğunu bilirdim. Eskiden sadece onun için dua edebilirdim ve elimden gelen sadece bu olduğu için Rabbimin karşısında utanırdım.”
Ebu Ali birkaç kez vurulmuştu. Başındaki şarapnel yarasını gösterdikten sonra tişörtünü çıkararak makineli tüfek tarafından vurulduğu omzunda yer alan yarayı gösterdi.  Kayıtsız cesareti dolayısı ile insanlar onu genelde “mecnun” (çılgın) olarak tanırlar.
 “ Devrim, ah, devrim hakkında ne biliyorsunuz ki?” diye sordu Um Ali. “ Başından beri bu devrimin tüm ülke bir harabeye dönene kadar bitmeyeceğini söyledim.”
Ebu Ali çayını şeker kaşığı ile karıştırmaya başlayınca eşi onu uyardı. “Pardon, pardon, burada komutan olmadığımı bazen unutuyorum.”
 “Devrim hakkında bildiğim şu “ dedi Um Ali sessiz ve derin bir edayla. “Siz bir şeyler bulabilmek için marketten markete koşturursunuz. Eczaneler bomboştur. Manavlar ve bakkallar bomboştur. Bir kase yoğurt bulabilmek için Halep’ in yarısını dolaştık. İşte devrim budur.”
 “Şebbiha olmak için hükümet olarak çalışmanıza gerek yok” dedi nefret edilen hükümet militanlarını kastederek. “Sebzelerin fiyatını yükselten manav da Şebbhia’dır”
 “ Savaş burada”  dedi pencereyi işaret ederek. “ Fakat bunların ortasında çocuklarınızı nasıl besleyeceksiniz ve onlara normal bir hayat sağlayacaksınız? Eskiden gün nasıl başlar ve sona erer bilirdik. Artık düşünmek bile istemiyorum. Sadece günün sonunda sağ kalmak istiyoruz.”
Sesi sakindi; ama sigarayı yakan elleri titriyordu. Çocuklar ise televizyon tarafından büyülenmişti.
“Savaş hayatın donduğu bir andır. Hayatlarımız durdu. Okula gitmiyorlar; ama hayat onlar için devam ediyor. Olaylar başlamadan önce bile Ebu Ali’yi tutuklamaya gelecek hükümet güçlerini beklerken uyuya kalırdım. Rahatça uyuyabilsinler diye çocuklara öksürük ilacı verirdim”
Sarah, annesinin kucağında uyuya kalan küçük kız kahverengi bir battaniyeye sarılmıştı. Ebu Ali kızı yatağına taşıdı. “Dinlenmeyi hak ettim” dedi Um Ali. “Çok yoruldum”
Ebu Ali küçük mutfağa giderek küçük sobanın önünde çömeldi ve bir fincan Türk kahvesi kaynattı. “Şimdi onunla oturacağım” dedi. “Yatağa uzanıp, ışıkları söndürüp bugün olanlar hakkında konuşacağız. Benim için günün en güzel anı budur.”
Taşıdığı fincanla odaya geri döndü. Eşi yere bakıyordu ve sigarası parmaklarının arasında yavaşça yanıyordu. Gün boyu devam eden silah sesleri artık susmuştu.
 “Sessizlikten korkuyorum” dedi Um Ali. “Kötü bir şey olacağını hissediyorum. Silah seslerini duyduğum zaman güvende olduğumuzu biliyorum.”
İki Düşman
Ebu Ali hükümet güçlerine saldırma kararı verdi. Bu sadece ne kadar güçlü olduklarını göstermek ya da hala cephaneleri olduğunu kanıtlamak için değil, şahsının bizzat hala işin başında olduğunu göstermek için yapılan bir saldırı olacaktı. “Size söylüyorum şu an iki düşmanla birden savaşacağım tabur ve hükümet.”
5 adamı ile birlikte bir duvarın arkasında duruyorlardı. Ağır makineli bir silah taşıyordu ve fişekliği boynuna sarılmıştı. Plan basit ve cesurcaydı: Hükümet güçleri ile göğüs göğse çarpış. Bunu beklemiyorlardı. “Son iki haftadır tüm çatışmalarımız keskin nişancılar arasındaydı” dedi Ebu Ali.
Savaş kızıştıkça silah seslerinin boyutu sağır edecek seviyelere ulaşmıştı. Ebu Ali bir camın ortasında oturuyordu ve onu gören ordu mensupları ortaya çıkmıştı. Makineli silahı ile onlara ateş ediyordu ve adamları duvarın arkasından onu korumaya çalışıyordu. Dört bir yanından mermiler uçuşuyordu.
Yarı harabe haline gelen ailesinin eski evine dönüş yolunda adamların moralleri tavan yapmıştı. Adrenalin damarlarında dolaştıkça Ebu Ali şakalar yapıp adamları ile birlikte gülüyordu. Yerde oturmuş eski bir Suriyeli müzisyen tarafından söylenen aşk şarkısını dinlerken aynı anda son savaş hakkında konuşan adamlarını dinliyordu.
 “Hala buranın annemin odası olduğuna inanamıyorum, şimdi ise burada oturan şu adamlara bak” dedi Ebu Ali.
 “Yakınımda patlayan bombadan sonra nasıl da zıpladım ama” diyerek güldü. “Yemin ediyorum onlardan en az dört tanesini öldürdük”
Taliban ve el-Kaide ona iş vermeliydi diye şaka yaptı. “Molla Ömer ve Zevahiri beni bütün savaşlar için satın almalı, tıpkı Barselona’nın Messi’yi aldığı gibi.”
Ciddi bir tonda konuşmasına devam etti: “1 hafta boyunca adamlarıma mermilerini korumaları için ateş etmemelerini söyledim. Şimdi ise yarım saatte 500 mermi harcadık. Düşman yeni bir mühimmat elde ettiğimizi sanacak. Tam bir kumar…”
Eve ulaştığı anda mağrurluğu kaybolmuştu. Bir bacağı yerde olacak şekilde oturmuştu diğeri ise koltuğa uzanmıştı. Derin düşüncelerde kaybolmuştu. Sarah yanına geldi, Ebu Ali onu uzaklaştırdı.
 “Bugün çatışmaya girdik” dedi karısına, işyerinde sıradan bir gününü anlatan biri gibi.
 “Biliyorum canım, senin kurşunlarını sesinden tanıdım.”
Yemekten sonra iyice daldı: “Her şeyi birlikte yaşar oldum. Dürüstlüğümü küfürlerle, dinimi sokak ağzıyla. Bütün devrimler benim içimde birleşti. Ben Bolşevik devrimiyim, ben Fransız ihtilaliyim. Ben modern Che’yim.
 “Biliyor musun, ben özel biriyim. Bunu söylememden eşim nefret ediyor; ama benim benimle birlikte savaşan meleklerim var. Çoğu zaman savaşırken kendimi uçuyormuş gibi hissediyorum” dedi. “ Gökyüzünde uçuyorum.”
Çeviren: Musab Yiğit

Haftanın raporu: Şam’ın mesajları ve siyasi çözümün geleceği


Haftanın raporu: Şam’ın mesajları ve siyasi çözümün geleceğ
Alptekin Dursunoğlu

Suriye Cumhurbaşkanının “siyasi çözüm”, “terörle mücadele”, “ulusal egemenlik” ve “bağımsızlık” vurgularıyla yaptığı son açıklama, tüm taraflara son üç açık mesaj veriyor.


Suriyeli siyasi muhaliflerin kasım ayı başlarında Doha’da, silahlı grupların ise aralık ayı başlarında Antalya’da yeniden örgütlenmesinin[1] ardından başta Şam havaalanı[2] olmak üzere Suriye’deki birçok hassas bölgeye[3] geniş çaplı bir saldırı başlatıldı.
NATO’nun Türkiye’ye Patriot füzeleri göndermeyi kabul etmesi[4], Suriye yönetiminin devrilmesinin an meselesi olduğunun, bu yüzden de kimyasal silah kullanabileceğinin gündeme getirilmesi[5] ve Amerikan ve Fransız savaş gemilerinin Suriye kıyılarına gönderilmesi[6], silahlı grupların geniş çaplı saldırılarıyla eş zamanlı gerçekleşen gelişmeler oldu.
Bütün bu gelişmeler, Şam’ın en önemli müttefiki olan Moskova’nın tutum değiştirdiği[7] iddiasıyla desteklendi ve Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed’in Latin Amerika ülkelerine kaçış[8] planı yaptığı, hatta Venezüella’dan sığınma istediği[9] öne sürüldü.
Aralık ayı ortalarına gelindiğinde silahlı grupların iddia edildiği gibi hiçbir stratejik üssü veya hassas bölgeyi ele geçiremedikleri[10], ya da girdikleri yerlerden de çok ağır kayıplar vererek çekilmek zorunda kaldıkları görüldü.[11]
Washington-Moskova pazarlığı ve Ahdar İbrahimi girişimi
Muhaliflerin hem siyasi hem de silahlı kanadının yeniden yapılandırılmasından sonra yaşanan bu gelişmelerin belli bir planlamanın ürünü olduğunu kanıtlayabilecek bir veri bulunmuyor; ancak her halükarda bu gelişmelerin ABD-Rusya pazarlığı açısından ciddi bir değer taşıdığı söylenebilir.
Amerika’nın yeniden yapılandırdığı muhaliflerden Nusra Cephesi konusunda hayal kırıklığı yaşaması,[12] Rusya’nın ise Suriye’de çözüm adresi olarak sürekli Cenevre mutabakatını vurgulaması, Washington ile Moskova’yı Suriye’de siyasi çözüm konusunda pazarlığa sevk eden etkenler olarak gözüküyor.
BM Suriye Özel Temsilcisi Ahdar İbrahimi’nin Şam temaslarıyla[13] başlattığı girişimin Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ile Amerikalı meslektaşı Hillary Clinton’un Dublin’de yaptığı görüşme sonrasında şekillenmesi[14], Suriye konusunda yeni bir Washington-Moskova pazarlığı olduğunu düşündürüyor.
Belki Suriye ile ilgili olarak kasım başından aralık sonuna kadar yukarıda zikredilen gelişmelerin, bu pazarlık düşünülerek yapılmış planlı bir operasyon olduğu kesin olarak söylenemez. Ancak Ahdar İbrahimi’nin girişiminin BM Güvenlik Konseyi’nce desteklenebilecek bir plana dönüşme aşamasını etkileme gücüne sahip.
Ahdar İbrahimi, siyasi çözüm girişimi konusunda Şam yönetiminden[15], Suriye içindeki muhaliflerden[16] Çin’den[17] İran’dan[18] ve Irak’tan[19] destek gördü.
Ulusal Koalisyon[20] ve Özgür Suriye Ordusu[21] ise Cumhurbaşkanı Beşşar Esed’in gidişini öngörmeyen hiçbir çözüm girişimini kabul etmeyeceklerini belirterek İbrahimi girişimini baştan reddettiler.
Suriye Özel Temsilcisi Ahdar İbrahimi’nin Şam’a herhangi bir planla gitmiş olmadığı sadece tarafların görüşünü dinlediği biliniyor. Dolayısıyla ABD liderliğindeki “Dostlar grubu” tarafından desteklenen Doha Koalisyonu ile Özgür Suriye Ordusu’nun İbrahimi girişimini peşinen reddetmesi, Amerika’yı Rusya ile İbrahimi girişimi çerçevesinde hazırlanması muhtemel siyasi çözüm planı konusunda baskı altına almaya yönelik bir adım olarak gözüküyor.
Çünkü Ahdar İbrahimi’nin Amerikan ve Rusya dışişleri bakan yardımcıları ile görüşmesi beklenirken,[22] İbrahimi’nin siyasi çözüm girişiminin, 2011 kasımındaki Arap Birliği girişiminin aksine Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed’in çekilmesini bir ön şart olarak ileri süremeyeceği anlaşılıyor.
Ekonomik ve siyasi ambargodan, vekalet savaşına kadar tüm seçeneklerin denenmesine rağmen öngörülen “çözüm” konusunda hiçbir sonuç alınamadığını gören Amerika’nın Cenevre mutabakatı çerçevesinde “2014 yılına kadar Esed’li” bir siyasi çözümü müzakere edebileceği gözüküyor.
Şam'dan Dostlar'a soğuk duş 
Amerika’nın yeniden yapılandırdığı Doha Koalisyonu, Suriye’de “sona yaklaşıldığını”[23] söylemeye devam ederek Amerika’yı Esed’li çözümü müzakere etmekten sakındırmaya çalışırken, Cumhurbaşkanı Beşşar Esed’in 6 Ocak’ta yaptığı açıklama,[24] Şam yönetiminin siyasi çözüm adına dahi olsa ulusal egemenliğini müzakere konusu yapmayacağını göstermesi bakımından hem muhalifler hem de “Dostlar” grubunda şok etkisi yaptı.
Esed, 6 Ocak’taki konuşmasında “siyasi diyalog için muhatap bulamadıklarını”, “teröristlerle ve yabancıların kuklaları”nı muhatap almayacaklarını, “ülkelerini yabancılara satmayanlarla müzakereleri sürdüreceklerini” belirterek siyasi çözüme ve reform sürecine hazır olduğunu; ancak muhatabı kendisinin belirleyeceğini söylemiş oldu.
Öte yandan “benim 2014’te iktidarı bırakmam amacıyla uluslararası bir plan hazırlandığı haberleri rüyadan öte şeyler değildir” diyerek de egemenlik haklarının uluslar arası pazarlık meselesi haline getirilmesine izin vermeyeceğini vurgulamış oldu.
Esed’in ulusal egemenliği güçlü bir şekilde vurgulayan bu tutumu, son iki ayda tırmandırılan silahlı saldırılardan dolayı bitkin ve siyasi çözüm adına her türlü tavizi verebilecek bir konuşma bekleyen başkentlerin öfkesine neden oldu.
Ankara, Esed’i “Ortadoğu'da olanları ve kendi ülkesinde 2 senelik büyük yıkımın sorumlularını anlamamış görünmekle'' suçladı ve “sorumluluğun sadece dış güçlerde aranmaması gerektiğini” söyledi.
Davutoğlu’na göre Esed’in siyasi çözüm ve reformlar konusunda şimdi söylediklerini, kendisi 2 yıl önce Şam ziyaretinde Esed’e söylemiş, ama Esed onu dinlememişti.[25]
İngiltere, Esed’in açıklamalarını “ikiyüzlülüğün bile ötesinde”,[26] Amerika ise ''rejimin iktidara tutunma çabalarından biri”[27] diye niteledi. Ancak AB de dahil olmak üzere “Dostlar grubu” üyelerinin ortak vurgusu konuşmada “yeni bir şey”in olmadığıydı.
Ancak Esed’in konuşmasıyla ilgili en ilginç tepki Doha Koalisyonu’ndan geldi. Daha önce Ahdar İbrahimi girişimini baştan reddeden Doha Koalisyon’unun Sözcüsü Velid Bunni, bu kez, "Esed'in ilan ettiği girişim, krizi sona erdirmek için gündeme gelen diplomatik çabaları engellemeyi hedeflemektedir. Amerika, Rusya ve Ahdar İbrami'nin girişiminin yolunu kesmeyi hedeflemektedir”[28] diyerek Esed’i İbrahimi girişimini sabote etmekle suçladı.
Bütün bu gelişmeler ışığında, toplu bir değerlendirme yapıldığında şu sonuçlara ulaşmak mümkün:
1- Suriye’deki sorunun iki uç tarafında yer alan gerek Şam yönetimi, gerekse de Dostlar Grubu’nun nüfuzu altındaki Doha Koalisyonu, nihai çözüm konusundaki bilinen tutumundan geri adım atmamakta kararlı gözüküyor. Şam yönetimi yabancıların kuklası olarak gördüğü Doha Koalisyonunu, Doha Koalisyonu ise şiddetin kaynağı olarak nitelediği Şam yönetimini siyasi çözüm ortağı olarak tanımamakta ısrar ediyor.
2- Dostlar grubundaki Türkiye ve Arap ortakları, siyasi çözüm konusunda Doha Koalisyonu’nun tezlerine; İran, Irak ve Lübnan gibi bölge ülkeleri ise Şam yönetiminin tezlerine yakın duruyor.
3- Rusya, Şam yönetiminin geleceğine Suriye halkının karar vermesi gerektiğini belirterek Esed’in gidişinin siyasi müzakere için ön şart kılınmasına karşı çıkmakla birlikte, Şam yönetiminin aksine Doha Koalisyonu’nu diyaloga davet ederek[29] siyasi sürecin bir parçası haline getirmekte sakınca görmüyor.
4- Amerika ise Türk ve Arap müttefikleri ile yeniden yapılandırdığı Doha Koalisyonunun öngördüğü çözüme, kontrol dışına çıkma ihtimali giderek artan mevcut vekalet savaşıyla ulaşılabileceğine dair inancını giderek kaybediyor. Ancak Türk ve Arap müttefiklerinin vaatleri ve zorlamasıyla üstlendiği liderlik rolünden de bir anda vazgeçemiyor.
5- Başından beri dış müdahaleye ve şiddete karşı olan ve herhangi bir dış güdüm altına girmeyen Ulusal Koordinasyon Kurulu gibi muhalif gruplar ise ülkeyi yıkıma götüren savaşın bir an önce durması için ideal taleplerinden taviz verip gerçekçi her türlü barışçı çözümü destekliyor.
Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed’in “siyasi çözüm”, “terörle mücadele”, “ulusal egemenlik” ve “bağımsızlık” vurgularıyla yaptığı son açıklama, bu beş tarafın hepsine son derece açık bir mesaj vermiş oluyor.
1- Eski rejimin sürdürülebilir olmadığının farkındayım, reformlar için yeni bir siyasi süreç başlatmaya hazırım.
2- Siyasi süreçle ilgili ortaklık şartlarını ben belirlerim.
3- Yıpratma savaşını yıllar boyu sürdürecek kadar güçlüyüm.
Suriye’nin geleceğine ilişkin sürecin seyri, tarafların bu mesajlara biçtiği gerçeklik değerine göre belirlenecek gibi gözüküyor.

Esad'ın konuşmasını nasıl anlamalı


Mehmet Serim

YDH-Şam'daki gazeteci arkadaşımız Mehmet Serim Suriye cumhurbaşkanı Beşşar Esad'ın dün açıkladığı çözüm planına ilişkin izlenimlerini ve değerlendirmelerini yazdı.

YDH-Şam'daki gazeteci arkadaşımız Mehmet Serim Suriye cumhurbaşkanı Beşşar Esad'ın dün açıkladığı çözüm planına ilişkin izlenimlerini ve değerlendirmelerini yazdı.
Suriye’de siyasi uzlaşı sürecinin başlatılması için son haftalarda başdöndürücü bir diplomasi trafiğinin yaşandığı malum. Diplomasi trafiği yoğun olunca haber, spekülasyon ve yorumlarda da patlama yaşandı. Ancak Suriye içinde ne “yol haritasında ne var, siyasi uzlaşı nasıl sağlanacak, yönetim bu işe ne diyor?” sorularına cevap verecek haberler yeraldı ülke basınında ne de yetkili makamlaraca açıklama yapıldı.
Cumhurbaşkanı Esad, halk ve ordu arasında “neden çıkıp (belirleyici) birşeyler söylemiyor?” eleştirilerinin yoğunlaştığı bir dönemde Opera ve Kültür Merkezi’nin dolduran kitlenin önünde konuştu. Konuşma, Devlet Televizyonu tarafından canlı yayınlandı. Birkaç gün öncesinden Lübnan basınında yer alan haberlerde Esad’ın siyasi çözüm için yol haritasını ortaya koyacağı ve hatta Hatay konusunu gündeme getireceği iddiaları yer aldı.
Ve nihayet Esad, uzun süredir beklenen konuşmasını yaptı, konuşmasında yine (iç atmosferi bilenler açısından) beklenen şeyleri söyledi. Esad’ın konuşmasını malumun mükerrer beyanı olarak değerlendirenler de oldu, dünya basınının yanıt aradığı (ve beklediği şekilde) sorulara cevap vermediği için sıradan ve boş bir konuşma olarak görenler de…
Ancak Suriye meselesini ve Esad’ın önceki konuşmalarını takip edenler için konuşmada hangi temaların altı çizildi, farklılıklar nelerdi, beden dili ne diyordu? Kısacası; Esad’ın konuşmasını nasıl anlamalı?..
Arka fona dikkat
Esad’ın bütün konuşmasının mesajı arka fonda verilmişti. Ölen askerlerin vesikalık fotoğraflarından oluşturulan mozaikle yapılan Suriye bayrağı… Bu fon önünde konuşmasını yapan Esad’ın giriş cümlelerinden biri “Suriye ve ordusu olarak kelimenin tam anlamıyla bir savaş veriyoruz” oldu.
“Kesinlikle gitmeli”, “Hayır, kesinlikle kalmalı”, “Şimdilik kalsın, sonra gitsin” söylemlerinin merkezindeki isim olan Esad aynı zamanda bazı çevrelerce yönetimden ayrılması halinde ülkeye bahar geleceği savunulan kişi. Ancak Esad, arka fon dikkate alındığında konuşmasını “Beşşar Esad” kimliğinin çok üstünde “lider” olarak yaptı.
Yazının devamında değineceğiz ancak Esad’ın konuşmasında en çok vurguladığı ifadeler “güvenlik”, “ülke bütünlüğü”, “egemenlik”, “bağımsızlık” gibi devlete ait söylemlerdi. Esad konuşmasında beklendiği gibi bir siyasi yol haritasının ana hatlarını ortaya koydu. Ancak olayların başladığı ilk günden bu yana Esad’ın liderliğindeki Suriye yönetiminin gösterdiği tavrında yeni birşey yoktu.
Esad’ın diğer konuşmalarından hatırlanabilecek “ulusal diyalog, referendum, seçim, reform” söylemleri son konuşmasında biraz daha detaylandırılmıştı o kadar… Esad’ın konuşmasından anlaşılan o ki, Suriye devlet olarak siyasi uzlaşıya karar vermiş ve haritası somutlaştırılmış. Bir yanda reformların gerekliliği, yönetimin halkın haklı taleplerini kabul etmesi ancak diğer yanda “reform ve demokrasi isteğini fırsat olarak kullanan devletlerin” desteklediği silahlı tekfiri gruplara karşı demir yumruk ile mücadele verilmesi…
Esad’ın bu konuşmasında önceki konuşmalara göre daha kendinden emin, daha kararlı ve çözümün yaklaştığına inanmış bir tavır içinde olduğu söylenebilir. Bunun iki sebebi olabilir: Esad şimdiye kadar zaten zor durumlarda kalsa da kontrolü kaybetmemiş bir lider olarak aynı retoriği sürdürdü.
Ya da ordudan “operasyonların yakında bitirileceği ve ordunun askeri açıdan bariz bir üstünlüğe ulaşmaya yakın olduğu” sinyalini/bilgisini aldı. Son dönemde (özellikle Halep, İdlip) sahadan çelişkili haberler gelse de Suriye ordusuna yakın çevrelerde “operasyonların yakında biteceği” yorumları yapılıyordu.
Bu yorumların ne kadar gerçekçi olduğu ise, önümüzdeki birkaç ay içinde belli olacak. Esad’ın konuşma yaptığı sırada sokaklar neredeyse boşalmıştı. Her yerden Esad’ın sesi geliyordu, aynı anda yüzlerce hoparlör şehre yerleştirilmiş gibiydi. Peki Esad, ekran ve radyo başına kilitlenen kitleleri ikna etti mi?
Aldığımız ilk izlenimler konuşmasının güçlü ve kararlı bulunduğu. Dış muhaliflerin önemli bir kısmının Esad’ı hiçbir şekilde muhatap kabul etmedikleri ve bu konuşma sonrası tavırlarında bir değişikliğin olmayacağı zaten biliniyor. (Nitekim bu yönde açıklamalar hemen geldi) Esad’ın bu konuşması binlerce kayıp veren ordunun yanısıra yönetimi destekleyen kitleler ile “tarafsız ve sessiz bir şekilde ne olacağını bekleyen milyonlar” açısından önemliydi.
Ancak artık oldukça yıpranmış olan halk için en önemli kriter somut uygulamayı görmek… Bundan sonra tarafların gösterecekleri tavır da halkın bu taraflara bakışını derhal etkileyecek.
Dış muhalefet ne der bu işe?
Peki Esad’ın dış muhalifleri ikna etmeye yönelik bir cümlesi var mıydı? Esad konuşmasında siyasi çözümden yana olduklarını, diyaloğu istediklerini ancak “dışarı ile işbirliği yapan, dış askeri müdahale için çağrıda bulunan muhaliflerle kesinlikle masaya oturmayacaklarının” altını çizdi. Yani? Dış muhaliflerin çoğuna resti çekti ve kapıyı kapatmış oldu.
Diğer yandan yandaş olsun muhalif olsun “Suriye’nin ulusal egemenliğini kabul eden ve çerçevede hareket eden herkese el uzatmaya devam edeceklerini” söyledi. Burada da “ülkede meşru bir yönetim var ve bu yönetimin liderliğini kabul ederseniz” masaya oturabilirsiniz mesajı var.
Aradaki fark ne? Fark, “Suriye, egemen bir devlettir ve kendi kararlarını kendi alır” cümlesinde saklı. Esad’ın bir başka mesajı ise siyasi çözümün nasıl olacağıydı. “Öncelikle çevre ülkeler silahlı gruplara silah ve para yardımında bulunmayı kesecek ve herkes kendi sınırını kontrol edecek.”
Bu sözler Lübnan ve Ürdün’ü de kapsıyor ancak sözlerdeki asıl hedef Türkiye (ve Katar, Suudi Arabistan.) Esad daha sonra bir milli misak, anayasa; bunların sandığa götürülmesi, geniş katılımlı geçiş hükümeti, yeni parlamento ve seçimlerden bahsetti. Esad’ın sözlerine göre, önümüzdeki günlerde resmen Suriye kamuoyuna çağrıda bulunularak düzenlenecek zirveye katılım için hazırlıklar başlayacak. Suriye içinde ve dışında “dışarı ile işbirliği yapmayan herkes” bu zirvede söz sahibi olacak.
Peki Esad’ın kastettiği “halk nezdinde temsiliyeti bulunan ve aynı zamanda ulusal çözümü” isteyen gruplar nasıl belirlenecek? Burası belirsiz. artık kamuoyunda tanınan ve belli kitleleri olan bazı oluşumlar mevcut. Bu oluşumların ise halk nezdindeki temsiliyet oranını ölçebileceğimiz bir çalışma yok henüz.
Ancak Suriye yönetimi için siyasi inisiyatife katılmanın tek ölçüsü “Suriye’nin egemenlik haklarına saygı duymak, iç ve dış askeri çözüme karşı çıkmak yani siyasi çözümü istemek.” Bu tanımlamaya Doha Koalisyonu, İstanbul Meclisi ya da adı bilinen bazı muhalif şahıslar girmiyor.
Esad aynı zamanda içeride de muhalif saflarda silahlı mücadele verenlerin hepsini bu kategoriye (masaya oturulmayacaklar) alıyor. Böylece geriye içeride Ulusal Koordinasyon Komiteleri, Suriye’yi Yeniden Yapılandırma Hareketi, Suriye’yi Kurtarma Hareketi, Değişim ve Demokrasi için Halkın İradesi Hareketi ile şahıslar ve yeni kurulmuş siyasi partiler kalıyor. Bu hareket, şahıs ve partilerin ise tabanlarının ne kadar geniş olduğu halkın (seçimlere, referandumlara katılım) tepkisi ile belli olacak.
Tekrar etmekte fayda var: Esad bu tür oluşumların dışındakileri kabul etmeyeceklerini kesinlikle vurguladı. Yani “bu ülkede bir yönetim var ve bu ülke egemen. Suriye’nin egemenliğini kabul etmeyeni (dışarıya bağlı hareket edenleri) biz de kabul etmeyiz” dedi. Burada, 2 yıldır devam eden yıpranma sürecine ragmen Esad’ın büyük bir özgüvene sahip olduğunu belirtmek gerek. Bu özgüvenin karşılığının olup olmadığı ise önümüzdeki süreçte ortaya çıkacak.
Dünya Batı'dan ibaret değil
 Esad’ın aynı zamanda bölge ülkelerine ve yöneticilerine, Batı’ya meydan okuması da konuşmasının dikkat çekici kısımlarından biri. Esad, “bazı bölge ülkelerinin liderlerinin Suriye’deki kriz bitince siyasi hayatlarının biteceğinin farkında olduklarını” savundu, “bütün dünyanın batıdan ibaret olmadığını” söyledi.
Batı ülkelerinin direniş eksenini kırmayı hedeflediği, ülke içindeki krizi fırsat bilenlerin Suriye’yi bölgesel olarak zayıflatmaya çalıştığı ve nihayetinde Suriye’nin bölünmeye çalışıldığı iddiaları da konuşmanın önemli kısımlarıydı. Esad, “Egemenliğimize saygı gösterenler bizden saygı ve takdir görür” dedikten sonra Rusya, Çin ve İran’a teşekkür ederek, Batı’ya ve diğer bazı ülkelere “Egemenlik haklarımıza saygılı olmadınız, içişlerimize müdahale ettiniz” mesajı verdi.
Reform başka güvenlik başka
“Reform olmadan güvenlik, güvenlik olmadan reform olmaz” sözleri Suriye yönetiminin izleyeceği yol haritasının kilit kelimeleri… Bu cümleyi “Reform yapılacak ancak krizi ülke güvenliği kapsamında değerlendiriyoruz ve bunu elden bırakmayacağız” şeklinde okumak abartılı olmaz. Nitekim, “Defalarca söyledik reform ve siyaset başka birşey, terörle mücadele başka birşey” sözleri de Suriye’nin devlet olarak çizgisini net olarak ortaya koyuyor.
Bu sözler ve devlet olarak Suriye’nin “Terörle mücadelesinde hedef kim?” sorusu ortaya çıkıyor. Malum bir yol haritası var, siyasi uzlaşı süreci başladı başlayacak, detayları açıklanmamış olsa da genel af çıkarılacağından bahsediliyor. Özgür Suriye Ordusu saflarında savaşan Suriyelilerin durumunun ne olacağı gelecek aylarda belli olacak ancak el-Kaide uzantılı örgütler ve yerli-yabancı destekçilerinin güvenlik politikasının en önemli gündem maddesi olacağı kesin.
Esad bu konuda, “El Kaide ve tekfiriler ülkeye dışarıdan sokuldu. Tekfirciler çaresiz kaldıklarını görünce kan dökmeye başladı. Bunların birçoğu Suriyeli değil. Cihad adını verdikleri anlayışları Cihad ve İslam’dan çok uzaktır. Kelimenin tam anlamıyla bir savaş içindeyiz. Bize, dışarıdan dayatılan yeni bir çeşit savaşın içindeyiz. Bu savaş Suriye’yi, Suriye halkını hedef alıyor” diyor.
Ve bu nedenle de siyasi çözümün yeterli olacağını düşünenleri “cehalet ya da şehitlerinin kanını bedava satmakla” suçluyor. Esad’ın konuşması yaklaşık 50 dakika sürdü. Aynı minvalde sözleri tekrar eden Esad’ın konuşması birkaç cümle ile özetlenebilir: “Biz, tüm tahminlerin aksine hala buradayız ve güçlüyüz, ordu mücadeleyi sürdürecek.
Diğer yandan siyasi süreci de işleteceğiz. Eğer siyasi çözüm istiyorsanız silahlı mücadeleye son vereceksiniz. Bizim egemenliğimizde siyasi geçişi kabul edenlere kapımız açık. Ancak bunun ve bizim dışımızda bir çözüm isteyenler ile asla muhatap olmayız.”

Silahlı çeteler 'özgürlük' adına vahşet sergiliyor!/ VİDEO +18



08-01-2013

Rusya 24 kanalından 'Suriye Günlüğü' belgeseli: Silahlı çeteler 'özgürlük' adına vahşet sergiliyor!

Rusya 24 kanalının hazırladığı “Suriye'nin Günlüğü” belgeseli, ülkeyi yıkımın eşiğine getiren yaklaşık 22 aydır süren çatışmaların arka planını çarpıcı bir şekilde anlatıyor.
Suriye'de farklı şehirlerde asker sivil birçok insanla taşıtıklarını anlatan Rusya 24 kanalı muhabiri Anastasya Popova, Suriye'de geçirdikleri yedi ay boyunca Suriye'nin nasıl harap edildiğine tanık olduklarını anlatıyor.
Hazırladıkları belgeselde mahkumlara da yer verilirken, Batılı güçlerin “özgürlük” kavramını ülkeyi yıkmak için kullandığına dikkat çekiliyor. Eski bir muhalif ise rejim tarafına geçmeden önce bir mahalledeki sivilleri öldürdükten sonra görüntüleri videoya kaydettiklerini ve ardından suçu nasıl Suriye ordusuna attıklarını anlatıyor.
Birçok sivilin nasıl vahşice katlediği anlatılan belgeselde, muhaliflerin okullara ve marketlere saldırılar düzenlemeye başladığı ve insanların korkudan sokağa dahi çıkamadığı gözler önüne seriliyor.
Belgeselde, farklı ülkelerden savaşçıların muhaliflerle birlikte hareket ettiğine işaret edilirken, bir gazeteci, muhaliflerin ölünce cennete gideceğine ve bir sürü “bakireye” sahip olacağına inandığını belirtiyor.
Bir asker ise, kadınlara tecavüz edip çocukları öldüren muhaliflerin hamile bir kadının karnını keserek bebeğini dışarı çıkardığını söylüyor.
Buna benzer birçok olayın anlatıldığı belgeselde, Batılı güçlerin iki yüzlü Suriye politikasına dikkat çekiliyor.
İşte o belgesel:
Uyarı: Belgesel 18 yaşından küçükler için sakıncalıdır. Video rahatsız edici görüntüler içermektedir


                               VİDEOYU SEYRETMEK İÇİN LÜTFEN AŞAĞIDAKİ LİNKİ TIKLAYINIZ...
            http://video.rasthaber.com/117_34805_silahli-ceteler-ozgurluk-adina-vahset-sergiliyor.html

Chuck Kerry

Chuck Kerry
08/01/2013 - 13:33

Hüsnü Mahalli 

İkinci dönemine hazırlanan Başkan Obama, uluslararası ilişkilerde sertlik yanlısı Savunma Bakanı Panetta ve Dışişleri Bakanı Clinton'ın yerine iki ilginç isim buldu. Chuck Hagel ve John Jerry. Kerry bir çok kez Şam'a gitmiş ve son olarak Nisan 2010'da eşini de yanına alarak Esad çiftinin özel misafiri olmuştu. Bu samimi buluşma görüntüleri, ABD'deki Yahudi lobilerini çok kızdırmıştı. Aynı lobiler şimdi Hagel için çok sinirli. Çünkü eski senatör Hagel, 2008'de Senato'daki bir oylamada İran'a sert önlemler içeren bir karar tasarısına karşı üç arkadaşıyla birlikte karşı çıkmış ve o ünlü lafını söylemişti:
''Ben İsrail değil, ABD senatörüyüm.''
Oysa Cumhuriyetçi Hagel, Irak ve Afganistan işgallerine destek vermiş, Irak işgali sonrası ABD'nin Suriye'ye yönelik tehditlerini ateşli şekilde onaylamıştı. Hagel 2008 sonrasında değişmeye başlamış ve Başkan Bush'un Afganistan, İran ve Suriye politikalarına karşı çıkmaya başlamıştı. Tıpkı 15 Ekim 2003'te ABD Temsilciler Meclisi'nde 'Suriye'yi Cezalandırma Yasası'na karşı oy kullanan 4 milletvekili gibi. Çünkü onlar Bush yönetiminin Irak'tan sonra Suriye'yi işgal planı hazırladığını görmüş ve bu işgalin o günkü koşullarda hem ABD, hem de tüm Ortadoğu için büyük riskler taşıdığına inanmıştı. Nitekim haklı çıkmıştı bu dört kişi. ABD; Irak ve Afganistan'da yenilmiş ama onun yerine Libya ve Suriye işgal planlarını hayata geçirmişti. Hem de Panetta ve 'Çak'lı yengemiz Clinton döneminde. Hem de Nobel Barış Ödülü alan 'Çeyrek Müslüman' Obama döneminde.
CHUCK BAKALIM
Şimdi aynı Obama 'İran ve Suriye sempatizanı' Chuck ve John ile belki de bu ödülü hak ettiğini kanıtlamaya çalışacak. Bunu ne kadar başarır hep birlikte yakında göreceğiz. Çünkü iki yıl önce İsrail Başbakanı Netanyahu ile görüşmekten kaçınan Obama, Yahudi lobilerinin baskısına maruz kalmış ve sonunda 'Beyaz Saray'da her dakikam İsrail'in çıkarlarını kollamak ve korumakla geçti' demişti. Bunun üzerine Washington'a giden Netanyahu Kongre'de bir konuşma yapmış ve 20 kez ayakta alkışlanmıştı. Kongre üyeleri kendi başkanlarını bile bu kadar alkışlamamıştı.
 Bakalım aynı Kongre şimdi Hagel ve Kerry'ye nasıl davranacak? Örneğin Kerry yakında Lavrov ile bir araya gelir ve Suriye konusunda anlaşırsa o zaman Yahudi lobilerinin etkisinde olduğu söylenen Kongre nasıl bir tavır sergileyecektir. Kerry ve Lavrov'un Suriye konusunda anlaşması ABD'nin İran politikalarına da yansıyacaktır. Bu ise Kerry'nin Hagel'e 'Chuck bakalım' demesidir aynı zamanda. Belki de bu nedenle Suriye Cumhurbaşkanı Esad, önceki günkü konuşmasında çok sürpriz ve radikal karar açıklamadı. Belki de Esad 'dostu' Kerry ile İran 'dostu' Hagel'in işbaşı yapmasını ve sonrasında bu ikilinin Obama ile birlikte kendisine karşı nasıl bir tavır alacaklarını beklemekteydi. Çünkü bu konuşmadan birkaç gün önce özel temsilcisi Faysal Mikdad'ı Moskova'ya yollamış ve Rusların ve Ruslar üzerinden Amerikalıların nabzını yoklamıştı.
İŞLERİ ÇOK ZOR
Geriye Yahudi lobilerinin Chuck ve John'a, Obama onaylı politikalarına karşı tavrı kalıyor. Söylendiği ve beklendiği gibi Yahudi lobileri gerçekten etkiliyse Kerry ve Hagel'in işi zor. Bu zorlukları göğüsleme beceri ve cesaretini gösteremeyecek ikili, kendileriyle ilgili tüm yorumları boşa çıkartarak geleneksel ABD politikalarını sürdürürler ya da tarih yazmak isteyerek Amerikan halkının genel kanaatlarına paralel olarak İsrail'e ve Yahudi lobilerine gereken dersi verirler. Nasıl olsa 1947'de Filistin toprağını alıp Yahudilere veren ve o toprak üzerinde İsrail devleti kurulmasını sağlayan ABD'nin kendisi. Belki de Obama günah çıkarmayı düşünüyor! Bari bunu çarmıha gerilmeden önce yapabilse!

Mete Çubukçu: ''Taze aktör Akp İran'ı, Irak'ı, Rusya'yı hesaplayamadı'' 08-01-2013 Arap coğrafyasındaki birçok ülkede "bahar"ın ardından iktidarlar el değiştirse de kitlelerin huzursuzluğu ve hareketliliği sürüyor. Yeni aktörlere karşı meydanlar yeniden dolmaya başladı. Gelişmeleri en yakından takip eden isimlerden olan Mete Çubukçu ile iki yıllık süreci konuştuk. Bölgedeki toplumsal dönüşümleri olumlayan Çubukçu’nun yaşanan alt üstleri ele aldığı “Yıkılsın Bu Düzen” kitabı İletişim Yayınları’ndan çıktı. >> Arap topraklarındaki dönüşümleri nasıl tanımlıyorsunuz? Bu bir bahar değil, bir ayaklanma süreci. Araplar buna “devrim” diyorlar ama tamamen bir alt üst oluş yok. Bahar kelimesi pozitif çağırışımlar yapan ithal bir metafor. Bu yüzden ayaklanma en uygun tanım gibi. >>Libya ve Suriye müdahalelerini nasıl görüyorsunuz? Bu süreç, her ülkede halkın kendi ortak talepleriyle başlayan ama farklı şekillerde evirilerek farklı sonuçlar doğurdu.Bitmiş değil ve daha devam edecek. Tunus ve Mısır'da halk kendi inisiyatifiyle hareket ederken, Libya'da dış güçler devreye girdi. Suriye' de ise neredeyse tüm dünyanın dâhil olduğu, kanlı bir masanın kurulduğu çok da umut verici olmayan bir süreç yaşanıyor. >> Kanlı masaya rağmen hala daha bu durumu devrim olarak pazarlayanlar var! Mısır'da ayaklanmanın başlaması ve simgeleşmiş bir diktatörün devrilmesinden sonra bunun Suriye' ye bulaşmaması mümkün değildi. Başlangıçta demokratik ve haklı talepler söz konusuydu. Rejimin buna çok sert cevap vermesi sürecin barışçıl geçmesini engelledi. Buna karşın muhalifler de çok çabuk silahlara sarıldı. Burada ne rejimi savunmak mümkün ne de muhalifleri. Buna devrim demiyorum. Geç bir soru olmakla birlikte hep şunu düşünüyorum: “Eğer Suriye’de tüm baskılara karşı barışçıl gösteriler devam etseydi bugün durum farklı olur muydu? >> Olurmuydu peki? Dışarıdan karışanı ve müdahale edeni çok olan emperyal, alt emperyal ya da bölgedeki dengeler adına herkesin parmağını soktuğu bir kapışma alanına dönüştü. Müslüman Kardeşler, Selefiler, Esad herkes ‘kendi Suriye’sinin peşinde. Bir süre sonra ortada yaşanacak bir ülke kalmayacak. >> Kriz derinleştikçe düşmanlıklar da kalıcılaşıyor? Savaşın bu kadar şiddetli geçmesi uzaması sonucu birbirlerinin rövanşını almaya hazır bekleyen gruplar kalacak. Irak'laşmaya doğru gidiyor. >> ABD’nin süreçteki rolü nedir? ABD hala arka koltukta oturuyor. Irak tecrübesi onları düşündürüyor. Yıkmanın kolay, sonrasını kurmanın zor olduğunu gördüler. Üstelik ön koltukta Türkiye, Katar Suudi Arabistan gibi ülkeler olduğu için fazla öne çıkmıyor. Ama yine de muhalefetin yeniden örgütlenmesi adına öne çıktı ve örgütü biraz daha kontrol altına aldı. >>Yeni gelen aktörler eskilerini aratır durumda! Yeni gelen kim olursa olsun, eski rejim gibi davranacaksa, toplumu İslamileştirmeye çalışacaksa süreç tersine işleyecektir. Mısır bunun en bariz örneği. Müslüman Kardeşler güçlü, çoğunluk onlarda. Bu kabul edilmesi gereken bir olgu. Ancak, Mursi yola beraber çıktığı insanların ortak mutabakatını unuttu. >>Bu sürecin kazananının İslamcılar olması şaşırtıcı mı? İslamcıların çıkması sürpriz değildi, çünkü sürecin bu şekilde bu yönde evirileceği belliydi. Tahrir'e ilk Müslüman Kardeşler çıkmadı, bir bakalım dediler. Benim itirazım Müslüman Kardeşlerin çoğunluk olarak çıkması ya da anayasanın kabul edilmesiyle ilgili değil. Sorun ayaklanmayı oluşturan bilişenlerin ya da taleplerin Müslüman Kardeşler tarafından görmezden gelinmesi. >> Solcular İran’daki gibi İslamcılar tarafından tasfiye mi ediliyor? İran devrimi 20 yüzyılın en önemli halk ayaklanmalarından biri. Ama Mısır’daki farklı. Çünkü, Şii dinamiği ile Sünni dinamiği farklı şeyler: Bir İran’ın daha ortaya çıkmasına izin verilmez. Uluslararası konjüktür de buna izin vermez çünkü sistemle birleştirmeye çalışıyorlar bu ülkeleri. >>İhvan nasıl bir seyir izleyecek? Bundan sonra eski kuşakların İslami devlet anlayışı ile yeni kuşakların muhafazakar ama kapitalizmle, sistemle barışık anlayışı birbiriyle çekişecek. Bu çelişkiler hep olacak. Müslüman Kardeşler sistemden kopuş hareketi değil, ama İran öyledir. >>Yaşananları küresel politik tahayyüllerin neresine oturtabiliriz? Yaşananlar planlı mı plansız mı bilmiyorum, ama burada zaten İslami ağırlıklı yönetimler var. Müslüman Kardeşler’in varlığı ve ağırlığı ortada. Bunun ne kadar ileri gidip gitmeyeceği belirsiz. Asıl olan biz bunun neresindeyiz. Yanında mıyız, arkasında mıyız? >>Neresinde olmalıyız? Burada hala daha dinamik bir kitle ve unsurlar var. Bunun içinde İslamcı da olabilir daha demokratik muhafazakâr da olabilir. Bunlar olgusal gerçekler. Ortadoğu zaten muhafazakâr bir yer, eskiden de öyleydi. Dolayısıyla bunlarla ne yapılabilir. Daha demokratik bir topluma nasıl gidilebilir? İslamcılık yükseliyor demek bu kitle dinamiğini küçümsemek oluyor. En kötü demokrasi en iyi diktatörlüğe yeğdir. Sonrasını insanlar mücadele ederek inşa edecektir. >>Bir emperyalist müdahale ve manipülasyondan da bahsedilemez mi? Tabii ki var. Bu yadsınamaz. Muhalifler içine Selefiler El-Kaideciler sızdırıldığından dolayı bütün muhalefete karşı çıkmak olacak şey değil. Mesele şu: Esad gidici, rejimin savunulacak bir yanı yok. Ancak dışarıdan müdahale nasıl bir Suriye ortaya çıkaracak. Mülteciler üzerinden rant yaratmaya çalışmak doğru değil. İran 20 yıl boyunca 3 milyon Afgan, 10 yıl boyunca da 2 milyon Iraklıya kapılarını açtı. >>Olaylar dizinine bakıldığında çok da tesadüfü nedenlerle açıklanamayacak gelişmelerde yaşanmadı değil? Sistem bütün bu dengesini yitirecek adımlarını attırır mı? Attırmıyor. Monarşilerde de bir dinamik var. Bahreyn'de ne olduğunu biliyoruz. Sonuçta uluslararası sistem neresi önemliyse oraya kendi ağırlığını kendi inisiyatifini koyuyor. Libya'ya girdiler. Sistemin doğası bu çıkarına uygun değilse girmez. Olmayacağının bir garantisi yok oralarda da. >>Ankara’nın başından bu yana kurulan bir plan dahilinde hareket ettiğini görüyoruz? Mültecilere tabii ki kapı açmama olamaz ama zamanlama olarak akıllarda bazı soru işaretleri doğmuyor değil. Çatışmalar başlar başlamaz kamplar açıldı. Planlı gibiydi. >>AKP’nin planı senaryosu neydi? Türkiye şuna soyundu; birileri oraları parçalayacaksa o kişi neden biz olmayalım. Ancak taze aktör olduğu için oyunların hepsini bilemediğinden İran'ı, Irak'ı, Rusya'yı hesaplayamadı. Libya'daki gibi hemen gelecekler dedi. Bu hesapların hepsi yanlış çıktı. Bu kadar fazla angajman başka bir şeyi akla getiriyor >>Nedir o? Bölgede bir Sünni kalkışmanın olduğu, Türkiye’nin de bunu desteklediği ve buna önayak olmaya çalıştığı şeklinde bir yargı var. Ve son 1 yılda Türkiye artık Sünni cephede görülüyor. >>Böyle bir algının oluşması doğal değimli? Evet, Müslüman Kardeşlerin tüm bu ülkelerde siyasal bir aktör olarak ön plana çıktığını söyleyebiliriz. Suriye’de de Müslüman Kardeşler’in öncülüğünde bir iktidarın inşa edilmek istendiği aşikâr. Ama tüm bunlar bölgede bir ılımlı İslamcı iktidarlar kuşağı yaratılmak isteniyor diye sunmak ne kadar gerçekçi, tartışılır. Ortadoğu’da işler yeni başlıyor. >>Suriye’de en büyük kazanan Kürtler mi? Kürtler Ortadoğu’da çok önemli bir özne olarak yeniden tekrar tarih sahnesine döndüler. Haklarının iadesini istiyorlar. Suriye’yi bilmemekten dolayı Kürtlerin ortaya çıkmasına şaşırıldı. Kafayı kuma gömmekle sorunları görmezden gelemezsiniz. >>AKP’nin Suriye’ye bu kadar müdahil olmasının temelinde de bu Kürt korkusu mu var? Var tabii ki ama ana neden bu değil . Asıl neden Türkiye’nin Müslüman Kardeşlerin muhalefet olarak Şam’a dönmesini istemesiydi. Bu kabul edilmeyince ipler koptu. >>Bahar’ın en büyük kaybedeni kimler? Tüm bu çatışma ve kaos sürecinin en büyük kaybedeni hiç kuşkusuz ki bölge genelindeki Hıristiyanlar olmuştur. Irak’ta da böyle Suriye ve diğer bölge ülkelerinde de. Irak işgali sonrasında yaşananlardan dolayı 500 bin civarında Hıristiyan ülke dışına kaçtı. Kalanlar ise Kürt bölgesine sığınmaya çalışıyor. Keza Suriye’de de bu sayı neredeyse yüz bini bulmuştur. >>Bu kaçışın Ortadoğu’ya maliyeti nedir? Hıristiyanların Ortadoğu’yu terk etmesi bu coğrafyayı çoraklaştırmıştır, her yönüyle. Suriyeli Ermenilerin çok zor durumda olduğu da biliniyor. On binlerce Ermeni Ermenistan’a göçmüştür. İBRAHİM VARLI/BİRGÜN

Mete Çubukçu: ''Taze aktör Akp  İran'ı, Irak'ı, Rusya'yı hesaplayamadı''

08-01-2013
Arap coğrafyasındaki birçok ülkede "bahar"ın ardından iktidarlar el değiştirse de kitlelerin huzursuzluğu ve hareketliliği sürüyor. Yeni aktörlere karşı meydanlar yeniden dolmaya başladı. Gelişmeleri en yakından takip eden isimlerden olan Mete Çubukçu ile iki yıllık süreci konuştuk. Bölgedeki toplumsal dönüşümleri olumlayan Çubukçu’nun yaşanan alt üstleri ele aldığı “Yıkılsın Bu Düzen” kitabı İletişim Yayınları’ndan çıktı.
>> Arap topraklarındaki dönüşümleri nasıl tanımlıyorsunuz?
Bu bir bahar değil, bir ayaklanma süreci. Araplar buna “devrim” diyorlar ama tamamen bir alt üst oluş yok. Bahar kelimesi pozitif çağırışımlar yapan ithal bir metafor. Bu yüzden ayaklanma en uygun tanım gibi.
>>Libya ve Suriye müdahalelerini nasıl görüyorsunuz?
Bu süreç, her ülkede halkın kendi ortak talepleriyle başlayan ama farklı şekillerde evirilerek farklı sonuçlar doğurdu.Bitmiş değil ve daha devam edecek. Tunus ve Mısır'da halk kendi inisiyatifiyle hareket ederken, Libya'da dış güçler devreye girdi. Suriye' de ise neredeyse tüm dünyanın dâhil olduğu, kanlı bir masanın kurulduğu çok da umut verici olmayan bir süreç yaşanıyor.
>> Kanlı masaya rağmen hala daha bu durumu devrim olarak pazarlayanlar var!
Mısır'da ayaklanmanın başlaması ve simgeleşmiş bir diktatörün devrilmesinden sonra bunun Suriye' ye bulaşmaması mümkün değildi. Başlangıçta demokratik ve haklı talepler söz konusuydu. Rejimin buna çok sert cevap vermesi sürecin barışçıl geçmesini engelledi. Buna karşın muhalifler de çok çabuk silahlara sarıldı. Burada ne rejimi savunmak mümkün ne de muhalifleri. Buna devrim demiyorum. Geç bir soru olmakla birlikte hep şunu düşünüyorum: “Eğer Suriye’de tüm baskılara karşı barışçıl gösteriler devam etseydi bugün durum farklı olur muydu?
>> Olurmuydu peki?
Dışarıdan karışanı ve müdahale edeni çok olan emperyal, alt emperyal ya da bölgedeki dengeler adına herkesin parmağını soktuğu bir kapışma alanına dönüştü. Müslüman Kardeşler, Selefiler, Esad herkes ‘kendi Suriye’sinin peşinde. Bir süre sonra ortada yaşanacak bir ülke kalmayacak.
>> Kriz derinleştikçe düşmanlıklar da kalıcılaşıyor?
Savaşın bu kadar şiddetli geçmesi uzaması sonucu birbirlerinin rövanşını almaya hazır bekleyen gruplar kalacak. Irak'laşmaya doğru gidiyor.
>> ABD’nin süreçteki rolü nedir?
ABD hala arka koltukta oturuyor. Irak tecrübesi onları düşündürüyor. Yıkmanın kolay, sonrasını kurmanın zor olduğunu gördüler. Üstelik ön koltukta Türkiye, Katar Suudi Arabistan gibi ülkeler olduğu için fazla öne çıkmıyor. Ama yine de muhalefetin yeniden örgütlenmesi adına öne çıktı ve örgütü biraz daha kontrol altına aldı.
>>Yeni gelen aktörler eskilerini aratır durumda!
Yeni gelen kim olursa olsun, eski rejim gibi davranacaksa, toplumu İslamileştirmeye çalışacaksa süreç tersine işleyecektir. Mısır bunun en bariz örneği. Müslüman Kardeşler güçlü, çoğunluk onlarda. Bu kabul edilmesi gereken bir olgu. Ancak, Mursi yola beraber çıktığı insanların ortak mutabakatını unuttu.
>>Bu sürecin kazananının İslamcılar olması şaşırtıcı mı?
İslamcıların çıkması sürpriz değildi, çünkü sürecin bu şekilde bu yönde evirileceği belliydi. Tahrir'e ilk Müslüman Kardeşler çıkmadı, bir bakalım dediler. Benim itirazım Müslüman Kardeşlerin çoğunluk olarak çıkması ya da anayasanın kabul edilmesiyle ilgili değil. Sorun ayaklanmayı oluşturan bilişenlerin ya da taleplerin Müslüman Kardeşler tarafından görmezden gelinmesi.
>> Solcular İran’daki gibi İslamcılar tarafından tasfiye mi ediliyor?
İran devrimi 20 yüzyılın en önemli halk ayaklanmalarından biri. Ama Mısır’daki farklı. Çünkü, Şii dinamiği ile Sünni dinamiği farklı şeyler: Bir İran’ın daha ortaya çıkmasına izin verilmez. Uluslararası konjüktür de buna izin vermez çünkü sistemle birleştirmeye çalışıyorlar bu ülkeleri.
>>İhvan nasıl bir seyir izleyecek?
Bundan sonra eski kuşakların İslami devlet anlayışı ile yeni kuşakların muhafazakar ama kapitalizmle, sistemle barışık anlayışı birbiriyle çekişecek. Bu çelişkiler hep olacak. Müslüman Kardeşler sistemden kopuş hareketi değil, ama İran öyledir.
>>Yaşananları küresel politik tahayyüllerin neresine oturtabiliriz?
Yaşananlar planlı mı plansız mı bilmiyorum, ama burada zaten İslami ağırlıklı yönetimler var. Müslüman Kardeşler’in varlığı ve ağırlığı ortada. Bunun ne kadar ileri gidip gitmeyeceği belirsiz. Asıl olan biz bunun neresindeyiz. Yanında mıyız, arkasında mıyız?
>>Neresinde olmalıyız?
Burada hala daha dinamik bir kitle ve unsurlar var. Bunun içinde İslamcı da olabilir daha demokratik muhafazakâr da olabilir. Bunlar olgusal gerçekler. Ortadoğu zaten muhafazakâr bir yer, eskiden de öyleydi. Dolayısıyla bunlarla ne yapılabilir. Daha demokratik bir topluma nasıl gidilebilir? İslamcılık yükseliyor demek bu kitle dinamiğini küçümsemek oluyor. En kötü demokrasi en iyi diktatörlüğe yeğdir. Sonrasını insanlar mücadele ederek inşa edecektir.
>>Bir emperyalist müdahale ve manipülasyondan da bahsedilemez mi?
Tabii ki var. Bu yadsınamaz. Muhalifler içine Selefiler El-Kaideciler sızdırıldığından dolayı bütün muhalefete karşı çıkmak olacak şey değil. Mesele şu: Esad gidici, rejimin savunulacak bir yanı yok. Ancak dışarıdan müdahale nasıl bir Suriye ortaya çıkaracak. Mülteciler üzerinden rant yaratmaya çalışmak doğru değil. İran 20 yıl boyunca 3 milyon Afgan, 10 yıl boyunca da 2 milyon Iraklıya kapılarını açtı.  
>>Olaylar dizinine bakıldığında çok da tesadüfü nedenlerle açıklanamayacak gelişmelerde yaşanmadı değil?
Sistem bütün bu dengesini yitirecek adımlarını attırır mı? Attırmıyor. Monarşilerde de bir dinamik var. Bahreyn'de ne olduğunu biliyoruz. Sonuçta uluslararası sistem neresi önemliyse oraya kendi ağırlığını kendi inisiyatifini koyuyor. Libya'ya girdiler. Sistemin doğası bu çıkarına uygun değilse girmez. Olmayacağının bir garantisi yok oralarda da.
>>Ankara’nın başından bu yana kurulan bir plan dahilinde hareket ettiğini görüyoruz?
Mültecilere tabii ki kapı açmama olamaz ama zamanlama olarak akıllarda bazı soru işaretleri doğmuyor değil. Çatışmalar başlar başlamaz kamplar açıldı. Planlı gibiydi.
>>AKP’nin planı senaryosu neydi?
Türkiye şuna soyundu; birileri oraları parçalayacaksa o kişi neden biz olmayalım. Ancak taze aktör olduğu için oyunların hepsini bilemediğinden İran'ı, Irak'ı, Rusya'yı hesaplayamadı. Libya'daki gibi hemen gelecekler dedi. Bu hesapların hepsi yanlış çıktı. Bu kadar fazla angajman başka bir şeyi akla getiriyor
>>Nedir o?
Bölgede bir Sünni kalkışmanın olduğu, Türkiye’nin de bunu desteklediği ve buna önayak olmaya çalıştığı şeklinde bir yargı var. Ve son 1 yılda Türkiye artık Sünni cephede görülüyor.
>>Böyle bir algının oluşması doğal değimli?
Evet, Müslüman Kardeşlerin tüm bu ülkelerde siyasal bir aktör olarak ön plana çıktığını söyleyebiliriz. Suriye’de de Müslüman Kardeşler’in öncülüğünde bir iktidarın inşa edilmek istendiği aşikâr. Ama tüm bunlar bölgede bir ılımlı İslamcı iktidarlar kuşağı yaratılmak isteniyor diye sunmak ne kadar gerçekçi, tartışılır. Ortadoğu’da işler yeni başlıyor.
>>Suriye’de en büyük kazanan Kürtler mi?
Kürtler Ortadoğu’da çok önemli bir özne olarak yeniden tekrar tarih sahnesine döndüler. Haklarının iadesini istiyorlar. Suriye’yi bilmemekten dolayı Kürtlerin ortaya çıkmasına şaşırıldı. Kafayı kuma gömmekle sorunları görmezden gelemezsiniz.
>>AKP’nin Suriye’ye bu kadar müdahil olmasının temelinde de bu Kürt korkusu mu var?
Var tabii ki ama ana neden bu değil . Asıl neden Türkiye’nin Müslüman Kardeşlerin  muhalefet olarak Şam’a dönmesini istemesiydi. Bu kabul edilmeyince ipler koptu.
>>Bahar’ın en büyük kaybedeni kimler?
Tüm bu çatışma ve kaos sürecinin en büyük kaybedeni hiç kuşkusuz ki bölge genelindeki Hıristiyanlar olmuştur. Irak’ta da böyle Suriye ve diğer bölge ülkelerinde de. Irak işgali sonrasında yaşananlardan dolayı 500 bin civarında Hıristiyan ülke dışına kaçtı. Kalanlar ise Kürt bölgesine sığınmaya çalışıyor. Keza Suriye’de de bu sayı neredeyse yüz bini bulmuştur.
>>Bu kaçışın Ortadoğu’ya maliyeti nedir?
Hıristiyanların Ortadoğu’yu terk etmesi bu coğrafyayı çoraklaştırmıştır, her yönüyle. Suriyeli Ermenilerin çok zor durumda olduğu da biliniyor. On binlerce Ermeni Ermenistan’a göçmüştür.
İBRAHİM VARLI/BİRGÜN

08-01-2013
Arap coğrafyasındaki birçok ülkede "bahar"ın ardından iktidarlar el değiştirse de kitlelerin huzursuzluğu ve hareketliliği sürüyor. Yeni aktörlere karşı meydanlar yeniden dolmaya başladı. Gelişmeleri en yakından takip eden isimlerden olan Mete Çubukçu ile iki yıllık süreci konuştuk. Bölgedeki toplumsal dönüşümleri olumlayan Çubukçu’nun yaşanan alt üstleri ele aldığı “Yıkılsın Bu Düzen” kitabı İletişim Yayınları’ndan çıktı.
>> Arap topraklarındaki dönüşümleri nasıl tanımlıyorsunuz?
Bu bir bahar değil, bir ayaklanma süreci. Araplar buna “devrim” diyorlar ama tamamen bir alt üst oluş yok. Bahar kelimesi pozitif çağırışımlar yapan ithal bir metafor. Bu yüzden ayaklanma en uygun tanım gibi.
>>Libya ve Suriye müdahalelerini nasıl görüyorsunuz?
Bu süreç, her ülkede halkın kendi ortak talepleriyle başlayan ama farklı şekillerde evirilerek farklı sonuçlar doğurdu.Bitmiş değil ve daha devam edecek. Tunus ve Mısır'da halk kendi inisiyatifiyle hareket ederken, Libya'da dış güçler devreye girdi. Suriye' de ise neredeyse tüm dünyanın dâhil olduğu, kanlı bir masanın kurulduğu çok da umut verici olmayan bir süreç yaşanıyor.
>> Kanlı masaya rağmen hala daha bu durumu devrim olarak pazarlayanlar var!
Mısır'da ayaklanmanın başlaması ve simgeleşmiş bir diktatörün devrilmesinden sonra bunun Suriye' ye bulaşmaması mümkün değildi. Başlangıçta demokratik ve haklı talepler söz konusuydu. Rejimin buna çok sert cevap vermesi sürecin barışçıl geçmesini engelledi. Buna karşın muhalifler de çok çabuk silahlara sarıldı. Burada ne rejimi savunmak mümkün ne de muhalifleri. Buna devrim demiyorum. Geç bir soru olmakla birlikte hep şunu düşünüyorum: “Eğer Suriye’de tüm baskılara karşı barışçıl gösteriler devam etseydi bugün durum farklı olur muydu?
>> Olurmuydu peki?
Dışarıdan karışanı ve müdahale edeni çok olan emperyal, alt emperyal ya da bölgedeki dengeler adına herkesin parmağını soktuğu bir kapışma alanına dönüştü. Müslüman Kardeşler, Selefiler, Esad herkes ‘kendi Suriye’sinin peşinde. Bir süre sonra ortada yaşanacak bir ülke kalmayacak.
>> Kriz derinleştikçe düşmanlıklar da kalıcılaşıyor?
Savaşın bu kadar şiddetli geçmesi uzaması sonucu birbirlerinin rövanşını almaya hazır bekleyen gruplar kalacak. Irak'laşmaya doğru gidiyor.
>> ABD’nin süreçteki rolü nedir?
ABD hala arka koltukta oturuyor. Irak tecrübesi onları düşündürüyor. Yıkmanın kolay, sonrasını kurmanın zor olduğunu gördüler. Üstelik ön koltukta Türkiye, Katar Suudi Arabistan gibi ülkeler olduğu için fazla öne çıkmıyor. Ama yine de muhalefetin yeniden örgütlenmesi adına öne çıktı ve örgütü biraz daha kontrol altına aldı.
>>Yeni gelen aktörler eskilerini aratır durumda!
Yeni gelen kim olursa olsun, eski rejim gibi davranacaksa, toplumu İslamileştirmeye çalışacaksa süreç tersine işleyecektir. Mısır bunun en bariz örneği. Müslüman Kardeşler güçlü, çoğunluk onlarda. Bu kabul edilmesi gereken bir olgu. Ancak, Mursi yola beraber çıktığı insanların ortak mutabakatını unuttu.
>>Bu sürecin kazananının İslamcılar olması şaşırtıcı mı?
İslamcıların çıkması sürpriz değildi, çünkü sürecin bu şekilde bu yönde evirileceği belliydi. Tahrir'e ilk Müslüman Kardeşler çıkmadı, bir bakalım dediler. Benim itirazım Müslüman Kardeşlerin çoğunluk olarak çıkması ya da anayasanın kabul edilmesiyle ilgili değil. Sorun ayaklanmayı oluşturan bilişenlerin ya da taleplerin Müslüman Kardeşler tarafından görmezden gelinmesi.
>> Solcular İran’daki gibi İslamcılar tarafından tasfiye mi ediliyor?
İran devrimi 20 yüzyılın en önemli halk ayaklanmalarından biri. Ama Mısır’daki farklı. Çünkü, Şii dinamiği ile Sünni dinamiği farklı şeyler: Bir İran’ın daha ortaya çıkmasına izin verilmez. Uluslararası konjüktür de buna izin vermez çünkü sistemle birleştirmeye çalışıyorlar bu ülkeleri.
>>İhvan nasıl bir seyir izleyecek?
Bundan sonra eski kuşakların İslami devlet anlayışı ile yeni kuşakların muhafazakar ama kapitalizmle, sistemle barışık anlayışı birbiriyle çekişecek. Bu çelişkiler hep olacak. Müslüman Kardeşler sistemden kopuş hareketi değil, ama İran öyledir.
>>Yaşananları küresel politik tahayyüllerin neresine oturtabiliriz?
Yaşananlar planlı mı plansız mı bilmiyorum, ama burada zaten İslami ağırlıklı yönetimler var. Müslüman Kardeşler’in varlığı ve ağırlığı ortada. Bunun ne kadar ileri gidip gitmeyeceği belirsiz. Asıl olan biz bunun neresindeyiz. Yanında mıyız, arkasında mıyız?
>>Neresinde olmalıyız?
Burada hala daha dinamik bir kitle ve unsurlar var. Bunun içinde İslamcı da olabilir daha demokratik muhafazakâr da olabilir. Bunlar olgusal gerçekler. Ortadoğu zaten muhafazakâr bir yer, eskiden de öyleydi. Dolayısıyla bunlarla ne yapılabilir. Daha demokratik bir topluma nasıl gidilebilir? İslamcılık yükseliyor demek bu kitle dinamiğini küçümsemek oluyor. En kötü demokrasi en iyi diktatörlüğe yeğdir. Sonrasını insanlar mücadele ederek inşa edecektir.
>>Bir emperyalist müdahale ve manipülasyondan da bahsedilemez mi?
Tabii ki var. Bu yadsınamaz. Muhalifler içine Selefiler El-Kaideciler sızdırıldığından dolayı bütün muhalefete karşı çıkmak olacak şey değil. Mesele şu: Esad gidici, rejimin savunulacak bir yanı yok. Ancak dışarıdan müdahale nasıl bir Suriye ortaya çıkaracak. Mülteciler üzerinden rant yaratmaya çalışmak doğru değil. İran 20 yıl boyunca 3 milyon Afgan, 10 yıl boyunca da 2 milyon Iraklıya kapılarını açtı.  
>>Olaylar dizinine bakıldığında çok da tesadüfü nedenlerle açıklanamayacak gelişmelerde yaşanmadı değil?
Sistem bütün bu dengesini yitirecek adımlarını attırır mı? Attırmıyor. Monarşilerde de bir dinamik var. Bahreyn'de ne olduğunu biliyoruz. Sonuçta uluslararası sistem neresi önemliyse oraya kendi ağırlığını kendi inisiyatifini koyuyor. Libya'ya girdiler. Sistemin doğası bu çıkarına uygun değilse girmez. Olmayacağının bir garantisi yok oralarda da.
>>Ankara’nın başından bu yana kurulan bir plan dahilinde hareket ettiğini görüyoruz?
Mültecilere tabii ki kapı açmama olamaz ama zamanlama olarak akıllarda bazı soru işaretleri doğmuyor değil. Çatışmalar başlar başlamaz kamplar açıldı. Planlı gibiydi.
>>AKP’nin planı senaryosu neydi?
Türkiye şuna soyundu; birileri oraları parçalayacaksa o kişi neden biz olmayalım. Ancak taze aktör olduğu için oyunların hepsini bilemediğinden İran'ı, Irak'ı, Rusya'yı hesaplayamadı. Libya'daki gibi hemen gelecekler dedi. Bu hesapların hepsi yanlış çıktı. Bu kadar fazla angajman başka bir şeyi akla getiriyor
>>Nedir o?
Bölgede bir Sünni kalkışmanın olduğu, Türkiye’nin de bunu desteklediği ve buna önayak olmaya çalıştığı şeklinde bir yargı var. Ve son 1 yılda Türkiye artık Sünni cephede görülüyor.
>>Böyle bir algının oluşması doğal değimli?
Evet, Müslüman Kardeşlerin tüm bu ülkelerde siyasal bir aktör olarak ön plana çıktığını söyleyebiliriz. Suriye’de de Müslüman Kardeşler’in öncülüğünde bir iktidarın inşa edilmek istendiği aşikâr. Ama tüm bunlar bölgede bir ılımlı İslamcı iktidarlar kuşağı yaratılmak isteniyor diye sunmak ne kadar gerçekçi, tartışılır. Ortadoğu’da işler yeni başlıyor.
>>Suriye’de en büyük kazanan Kürtler mi?
Kürtler Ortadoğu’da çok önemli bir özne olarak yeniden tekrar tarih sahnesine döndüler. Haklarının iadesini istiyorlar. Suriye’yi bilmemekten dolayı Kürtlerin ortaya çıkmasına şaşırıldı. Kafayı kuma gömmekle sorunları görmezden gelemezsiniz.
>>AKP’nin Suriye’ye bu kadar müdahil olmasının temelinde de bu Kürt korkusu mu var?
Var tabii ki ama ana neden bu değil . Asıl neden Türkiye’nin Müslüman Kardeşlerin  muhalefet olarak Şam’a dönmesini istemesiydi. Bu kabul edilmeyince ipler koptu.
>>Bahar’ın en büyük kaybedeni kimler?
Tüm bu çatışma ve kaos sürecinin en büyük kaybedeni hiç kuşkusuz ki bölge genelindeki Hıristiyanlar olmuştur. Irak’ta da böyle Suriye ve diğer bölge ülkelerinde de. Irak işgali sonrasında yaşananlardan dolayı 500 bin civarında Hıristiyan ülke dışına kaçtı. Kalanlar ise Kürt bölgesine sığınmaya çalışıyor. Keza Suriye’de de bu sayı neredeyse yüz bini bulmuştur.
>>Bu kaçışın Ortadoğu’ya maliyeti nedir?
Hıristiyanların Ortadoğu’yu terk etmesi bu coğrafyayı çoraklaştırmıştır, her yönüyle. Suriyeli Ermenilerin çok zor durumda olduğu da biliniyor. On binlerce Ermeni Ermenistan’a göçmüştür.
İBRAHİM VARLI/BİRGÜN

9 Aralık 2012 Pazar

Davutoğlu'na İsrail'in menfaatlerine yönelik anlaşma sorusu!

09-12-2012

CHP Hatay Milletvekili Refik Eryılmaz, Katar’ın Başkenti Doha’da ABD’nin talimatıyla kurulan Suriye Ulusal Koalisyonunun toplantısında Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na, İsrail’in menfaatlerine yönelik bir anlaşma yapıp, yapmadığını sordu. Verdiği soru önergesinde, Türkiye’deki yaygın basın ile Uluslararası basın organlarına yansıyan haberlerde, Suriye Dostları Topluluğu ile Suriyeli Muhalifler arasında Katar’ın Başkenti Doha’da 3-11 Kasım tarihleri arasında, Dışişleri yetkililerinin katıldığı bahsi edilen yeniden yapılanma toplantısı katılımcılarından; ABD, Türkiye, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından gizli bir anlaşmanın yapıldığı, konferansa katıldıktan sonra bazı dışişleri yetkililerinin de konferanstan çekildiğinin iddia edildiğine vurgu yapan CHP Hatay Milletvekili Refik Eryılmaz, ‘Konferanstan çekilen dışişleri yetkililerinin beyanlarına dayandırıldığı iddia edilen haberlerde anlaşmanın 12 Maddelik metni de yayınlanmış ve bu anlaşmanın SEVR anlaşmasını bile gölgede bıraktığı ifade edilmiştir.
Anlaşma maddeleri arasında Atatürk Barajımızdan İsrail’e su taşınması, Katar’ın Doğalgaz boru hatlarının, Suriye ve Türkiye üzerinden AB Ülkelerine aktarılmasına müsaade edilmesi, Suriye’de yeni kurulacak rejimin Liberal İslam esaslarına uygun olması, anlaşmanın Suriye muhalefetinin yönetimi devralması ile yürürlüğe gireceği vs. maddelerin yer aldığı iddia edilmiştir’ görüşüne yer verdi.
Refik Eryılmaz, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na yönelttiği sorularda, İsrail’in menfaatinin gözetilip, gözetilmediğinin altını çizerken, şu sorulara cevap istedi:
Suriye Ulusal Koalisyonunun Katar’ın başkenti Doha’da 3-11 Kasım 2012 Tarihinde yapıldığı iddia edilen yeniden yapılanma toplantısına katıldınız mı?
İddia edilen yeniden yapılanma toplantısında Türkiye Cumhuriyeti adına bir anlaşma yaptınız mı? Yaptıysanız anlaşma ve maddelerini kamuoyuyla paylaşmayı düşünüyor musunuz?
İddia edilen anlaşma maddelerinde ABD, İsrail, Katar, Birleşik Arap Emirliklerinin menfaatleri gözetilmiştir. Böyle bir anlaşmada ulusal çıkar ve menfaatlerimiz nasıl gözetilmiştir?
Anlaşmaya İsrail taraf olmadığı halde, maddelere İsrail’e menfaat temin edecek maddelerin konulmasının amacı nedir? Bu madde kapsamında İsrail’le gizli ilişkiler içinde olduğunuz sonucu çıkarılabilir mi? Türk Dışişleri bu olayın neresindedir?
Anlaşma maddelerinde Suriye’de yeni kurulacak rejimin Liberal İslam Esaslarına uygun olması kayda alındığı iddia edilmiştir. Laik, Demokratik, Sosyal bir Hukuk Devleti olan Türkiye Cumhuriyetinin Dışişleri Bakanı olarak Liberal İslam Esaslarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu anlaşmanın uluslararası meşruiyeti var mıdır? Varsa hangi uluslararası hukuka dayandırılmaktadır?
Aydınlık